MERYEM ANA EVİNİN BULUNUŞU
Meryem Ana Evi’nin
bulunuşu, Vestfalya’nın bir kasabasında, Dülmen yöresinden kötürüm bir köylü
kadın olan Anna Katharina Emmerick sayesinde
olmuştur. Bu kadın Mesih İsa’nın ve Meryem’in hayatı hakkında bilgileri
gördüğünü iddia etmiştir.
Hastanın asla tanıyamayacağı
kişileri, yerleri ve olayları olağanüstü ayrıntılı bir şekilde bildirmesi,
kamuoyunun ve birkaç entelektüelin merakını çekmiş, ilgi ve hayranlık
uyandırmıştır. Bunların arasında, Clemens Brentano isimli Alman romantizm akımı
şairi, 1818’e doğru Emmerick’in "sekreteri" olarak Dümen’e yerleşir.
Aldığı notları 1842 yılında "Anna Katharina Emmerick’in görümlerine göre
Meryem’in Hayatı" adlı kitapta toplar ve basar.
Bu kitabın sondan
bir önceki bölümünde şöyle yazılıdır:
“İsa’nın göğe
yükselmesinden sonra Meryem, üç yıl Sion’da (Kudüs), üç yıl Beytanya’da ve
dokuz yıl da Efes’te yaşadı. Sen Jean, Yahudilerin Lazarus ve kız kardeşini
denizde terk etmelerinden sonra O’nu buraya getirmiştir. Meryem, tam Efes’te
değil; az civarında, bazı dostlarının yerleşmiş olduğu yerde oturuyordu. Evi,
bir dağın tepesinde, Kudüs’ten gelen yolun solunda, Efes’ten 3,5 mil uzakta
bulunmaktaydı. Bu kentin güneyinden, bir takım dar patikalar, yabani bitki
örtüsü kaplı bir dağın tepesine ulaştırır. Zirveye doğru engebeli bir yayla
vardır. Burası da bitki örtüsü ile kaplıdır ve yaklaşık yarım mil
genişliğindedir. Meryem Ana’nın ikametgâhı işte burada kurulmuştur. Söz konusu
bölge oldukça ıssızdır, şirin ve bereketli tepeler ile süslenmiş, küçük toprak
aralıklarında mağaralar görülebilir; düzenli ama el değmemiş tepeleri, piramit
biçiminde, gölgeli ve düzgün gövdeli seyrek ağaçlarıyla güzeldir.
Aziz Yuhanna (Jean) Meryem’i oraya götürdüğü zaman -
O’nun için bir ev de hazırlatmıştı - bölgede, birtakım Hristiyan aileler ve
dindar kadınlar yaşamaktaydı. Yarısı, ağaç yapılarıyla eve dönüştürülmüş
mağaralarda, yarısı da çadırlarda yaşıyorlardı.”
Bu insanlar, büyük zulüm ve kıyımdan önce, yukarılara
çekilmişlerdi. Aralarında birkaç yüz metre mesafe olan mağaraları mesken
tutarak, doğal oyukları sığınak seçerek, ama son derece ıssız edilmiş yerleri
ikamet olarak kullanmışlardı. Sadece Meryem’in evi taştan yapılmıştı. Evin
arkasındaki keçiyolundan dağa tırmanılıyordu. Kayalık zirveden, adalarla
bezenmiş denizi ve Efes’i görmek mümkündü. Bu ıssız yer, birkaç mil uzaklıktaki
Efes’ten daha yakındı.”
Meryem’in evi 19. Yy’ın sonuna doğru 1891 yılında İzmir
Fransız Hastanesi’nde bir ayinde bahsettiğimiz bölüm seslice okunurken Rahibe Maria de Mandat Grancey’in dikkatini çeker.
Lazarist Henri Jung ve Peder Poulin ile birlikte bu “Vahiylerin” doğruluğunu araştırmak
isterler. Kitaba ayrıntılı bir şekilde baktıklarında Efes’teki yerin en ince
ayrıntısına kadar anlatıldığını gördüklerinde heyecanlanmışlardı.
Dolayısıyla da, herkeste bütün bu beyanların
gerçekliğini bizzat görme arzusu doğdu ve oraya gitmeye karar verdiler. Bu
açıklamaların doğru olup olmadığını ortaya çıkarmak için yapılacak tek şey bu
idi. Ekibin başına en ateşli muhalif olan Peder Jung çağrıldı. O da yanına
kendisi gibi 1870 savaşlarından dönmüş olan ve Emmerick’in vahiylerine kuşkuyla
bakan başka bir din adamını aldı. Bagajların taşınması için de yardımcı olarak
bir demiryolu görevlisini buldu. Emmerick’in açıklamalarının asılsız olduğu
iddiasıyla zavallı bir hayalperestin hayal kurmasından kaynaklanan bu sorunu
kesin surette çözmek için dağı incelemeye karar vererek yola koyuldular.
Aziz Yusuf’a adanmış, Azize Martha
Bayramı’na denk gelen 29 Temmuz 1891 Çarşamba günü bu küçük grup, elde pusula,
kitabın işaret ettiği yöne doğru ilerledi ve dağ ile karşılaştı. Araştırmacılar
sabah saat 11’e doğru bir açık alana vardılar. Orada gayretler içinde tütünle
uğraşan birkaç kadın gördüler. Eğer başka koşullar altında olsalardı bu
yükseklikteki bir tarlada çalışanları görmek dikkatlerini çekebilirdi. Oysa
bunlar yorgunluktan ve güneşten perişan olmuş ve bitmiş bir halde hep bir
ağızdan “Su... Su...” diye bağırdılar. Kadınlar “Suyumuz hiç kalmadı. Ama
manastıra inerseniz bulursunuz” cevabını verdiler. On dakikalık bir uzaklıkta
bulunan küçük bir ormanı elleriyle işaret ettiler. Kafile derhal o yöne doğru
hareket etti.
Devam eden araştırmacılar, su kaynağının yanı başında,
ağaçlar altında yarı saklı bir evin, daha doğrusu bir kilisenin kalıntılarını
görünce hayretlerini ifade etmekten kendilerini alamadılar. Düşünceleri
hemen Emmerick’in kitabına yöneldi. Açık alan, kalıntılar, zirvedeki kayalar,
arkada dağ, önde deniz...
“Aradığımız ev gerçekten bu muydu?” diye düşündüler.
Heyecan doruktaydı ve emin olmak gerekiyordu. Emmerick diyordu ki: “Evin
bulunduğu dağın tepesinden, bir yandan Efes’in bir bölümü ve diğer yandan da
daha yakında bulunan deniz görünür”. Yorgunluklarını, sıcağı ve susuzluğu
unutan kafile, derhal yamaca tırmanıp tepeye ulaştı. İşte orada, sağda Ayasuluk
(Selçuk), Panayır Dağı ve Efes’i nal şeklinde çevreleyen ova, solda deniz ve
çok yakında Sisam Adası görünüyordu. Artık hiç şüphe yoktu. Evin etrafında
günlerce süren çalışmalar yapıldı ve İzmir’e dönüldü. Buradaki herkese de
olayın heyecanı ile bulduklarını anlattılar.
1 Aralık 1892’de İzmir (ve Efes)
Piskoposu Mons. Andrea Timoni, kendisine nakledilenleri bizzat yerinde
değerlendirme arzusuyla, aralarında din adamlarının da bulunduğu grubu ile
birlikte Bülbül Dağı’na çıktı. Böylece gördüğü evle Emmerick’in tanımlamaları
arasındaki benzerliği bizzat kontrol etme olanağı buldu. Şaşkın ve hayran bir
halde hemen resmi bir belge hazırladı. Bu belgede;
“Olayı Hristiyan dünyasına açıklama
vakti gelmiştir. Meryem’in Efes’te yaşadığı süre boyunca ikamet ettiği evin,
gerçekten o ev olup olmadığı değerlendirmesini bizzat sizler yapacaksınız”
diye yazıyordu.
Papa VI. Paul’un
1967’deki ziyaretinden sonra, her yıl Ağustos ayının 15. gününde ayinler
düzenlenmekte ve buraya gelen Hristiyanların hacı olduklarına inanılmaktadır.
Tarihçi Tolga MERT
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder